1990'lı yılların başı… Çardaklı, eyvanlı, kesme taşlı bir Şark evi. O dönemin ruhunu taşıyan bu evde, Hanifi Düşmez’in şiir resitaliyle açılış yapılan sanat galerisini ziyaret ediyoruz. Gözlerimiz önünde sergilenen resimler, el işleri… Müdire hanım, "Nasıl buldunuz?" diye sorduğunda, içimden geçen bir espriyi dilime dökmekten çekinmemiştim: “Bu el işlerini, Kalaboynunda evde kalmış kızlar mı işledi?” dedim. Kendimce ilkokul beşinci sınıfta yaptığım resimlere benzettim.
Zamanla, müdire hanımın kendi gayretiyle galeriye bir seramik fırını kazandırdığını gördüm. Bu fırın sayesinde sanatseverler için yeni kapılar aralanacaktı. Ama o anlar için ben henüz sanatı tam anlamamış, o fırına “Bu putları helvadan yapın da acıkınca yiyelim bari” diyebilecek kadar cahildim. Yaptığım bu espri karşısında hoca yine de nazikçe bir tevazu gösterdi. Bense bu sözü tamamen espri olarak söylemiştim, ama sanatla arama ördüğüm cehalet duvarını o anda fark etmedim.
Bir süre sonra, gözlerimle müdire hanımın binlerce genç için umut kapısı olduğunu görmeye başladım. Putlar gibi gördüğüm heykel çalışmalarında, aslında sanatçı ruhunun yansımasını seyrediyordum. Yavaş yavaş cahiliye dönemimden çıkıp sanatla bütünleşmeye, sanata gerilmeye başladım. O noktada, sanatla yeniden şekillenmiş bir kimlik kazandım. Benim için “sanat ana” Nevin Güllüoğlu olmuştu. Onun güçlü kalemi, keskin üslubu bende dahi bir dönüşüm başlatmıştı. Sanat, beni kılıç gibi keskin ama ipeksi bir yumuşaklığa getirdi.
Bir gün Urfa türküleri üzerine yaptığım araştırmaların sahneye uyarlanmasını önerdi. Üç aylık bir çabayla ortaya koyduğumuz etkinliği sahnede sunarken, aklımda hep onun düşüncesi vardı. İzleyicilerin değil, Nevin hocanın tepkisini merak ediyordum. Beğendi mi, eleştirdi mi, onayladı mı diye düşünerek sahneyi tamamladım. O gece, Şanlıurfa’da ilk defa tek kişilik bir gösteri sunmanın heyecanını yaşadım. Bu performans, benim araştırmacı kimliğime giden yolu açtı.
O geceyle ilgili bir gazetede eleştiri çıkınca tepki gösterdim. Kaleme aldığım sert yanıtın ardından yine Nevin hoca beni sakinleştiren kişi oldu. Bana, elimdeki belgelere dayanarak bildiklerimi yazmamı ama gereksiz polemiklerden kaçınmamı öğütledi. Bu uyarısı beni derin bir düşünceye sevk etti ve “keskin kılıç” Hüseyin Güzeli, yumuşak bir ipek gibi kılmayı başardı. Artık eleştiriler bile beni yaralayamaz hale gelmiştim.
Kültür merkezleri her yerde bulunabilir; ama bir sanat anası, bir sanat galerisi yaratan o özveriyi kolay kolay bulamazsınız. Bugün onun yetiştirdiği öğrenciler, sanatın tohumlarını tıpkı yeniden filizlenen maydanozlar gibi yayıyorlar. Nevin hocam, ardında sanat yetimleri bıraktın ama bizlere sanatla dolu bir yol açtın. Ne mutlu ki senin eserinin izindeyiz. Allah rahmet eylesin; ışığın hep yanımızda olsun…
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Hüseyin GÜZEL
Nevin, Sanat Galerisi Senin Eserin!
1990'lı yılların başı… Çardaklı, eyvanlı, kesme taşlı bir Şark evi. O dönemin ruhunu taşıyan bu evde, Hanifi Düşmez’in şiir resitaliyle açılış yapılan sanat galerisini ziyaret ediyoruz. Gözlerimiz önünde sergilenen resimler, el işleri… Müdire hanım, "Nasıl buldunuz?" diye sorduğunda, içimden geçen bir espriyi dilime dökmekten çekinmemiştim: “Bu el işlerini, Kalaboynunda evde kalmış kızlar mı işledi?” dedim. Kendimce ilkokul beşinci sınıfta yaptığım resimlere benzettim.
Zamanla, müdire hanımın kendi gayretiyle galeriye bir seramik fırını kazandırdığını gördüm. Bu fırın sayesinde sanatseverler için yeni kapılar aralanacaktı. Ama o anlar için ben henüz sanatı tam anlamamış, o fırına “Bu putları helvadan yapın da acıkınca yiyelim bari” diyebilecek kadar cahildim. Yaptığım bu espri karşısında hoca yine de nazikçe bir tevazu gösterdi. Bense bu sözü tamamen espri olarak söylemiştim, ama sanatla arama ördüğüm cehalet duvarını o anda fark etmedim.
Bir süre sonra, gözlerimle müdire hanımın binlerce genç için umut kapısı olduğunu görmeye başladım. Putlar gibi gördüğüm heykel çalışmalarında, aslında sanatçı ruhunun yansımasını seyrediyordum. Yavaş yavaş cahiliye dönemimden çıkıp sanatla bütünleşmeye, sanata gerilmeye başladım. O noktada, sanatla yeniden şekillenmiş bir kimlik kazandım. Benim için “sanat ana” Nevin Güllüoğlu olmuştu. Onun güçlü kalemi, keskin üslubu bende dahi bir dönüşüm başlatmıştı. Sanat, beni kılıç gibi keskin ama ipeksi bir yumuşaklığa getirdi.
Bir gün Urfa türküleri üzerine yaptığım araştırmaların sahneye uyarlanmasını önerdi. Üç aylık bir çabayla ortaya koyduğumuz etkinliği sahnede sunarken, aklımda hep onun düşüncesi vardı. İzleyicilerin değil, Nevin hocanın tepkisini merak ediyordum. Beğendi mi, eleştirdi mi, onayladı mı diye düşünerek sahneyi tamamladım. O gece, Şanlıurfa’da ilk defa tek kişilik bir gösteri sunmanın heyecanını yaşadım. Bu performans, benim araştırmacı kimliğime giden yolu açtı.
O geceyle ilgili bir gazetede eleştiri çıkınca tepki gösterdim. Kaleme aldığım sert yanıtın ardından yine Nevin hoca beni sakinleştiren kişi oldu. Bana, elimdeki belgelere dayanarak bildiklerimi yazmamı ama gereksiz polemiklerden kaçınmamı öğütledi. Bu uyarısı beni derin bir düşünceye sevk etti ve “keskin kılıç” Hüseyin Güzeli, yumuşak bir ipek gibi kılmayı başardı. Artık eleştiriler bile beni yaralayamaz hale gelmiştim.
Kültür merkezleri her yerde bulunabilir; ama bir sanat anası, bir sanat galerisi yaratan o özveriyi kolay kolay bulamazsınız. Bugün onun yetiştirdiği öğrenciler, sanatın tohumlarını tıpkı yeniden filizlenen maydanozlar gibi yayıyorlar. Nevin hocam, ardında sanat yetimleri bıraktın ama bizlere sanatla dolu bir yol açtın. Ne mutlu ki senin eserinin izindeyiz. Allah rahmet eylesin; ışığın hep yanımızda olsun…