Araştırmacı Gazeteci Yazar Ömer Kaysı, Cumhuriyet ve Demokrasi yazı dizisinin beşinci ve son kısmında önemli açıklamalarda bulundu.
Haber Giriş Tarihi: 25.01.2017 10:06
Haber Güncellenme Tarihi: 01.01.1970 02:00
Kaynak:
Haber Merkezi
https://www.sanliurfaolay.com/
Röportaj: Mehmet Halhalli
Şanlıurfa Olay Gazetesi Gündemde tartışılmaya devam edilen Cumhuriyet ve Demokrasi tartışmalarını beşinci ve son kısmını bu hafta sizlerle paylaşıyoruz. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze yaşanan sıkıntılar ve buna bağlı olarak meydana gelen hareketlenmeleri değerlendiren Araştırmacı Gazeteci Yazar Ömer Kaysı, önemli açıklamalarda bulundu.
Geçen günkü söyleşimizde Cumhuriyetimizin kuruluşunun, tarih alanı olan bir konu olduğunu ve o dönemde yaşanan olaylar neden ve sonuç ilişkileri nokta-i nazarından incelenir ve yeni nesillere öğretilir. Bu dönemde egemen durumda bulunan siyasi, iktisadi ve sosyal düşünceler gözden geçirilip halka anlatılabilir. Ancak bu düşüncelerin her zaman için doğru düşünceler olduğu propagandası yapılamaz ve empoze edilemez. Çünkü geçmişteki düşünceler kendi dönemlerindeki koşullara kaimdir. Tarih sürekli bir değişme içindedir. Bu değişmenin çapı siyasi, sosyal ve ekonomik fikir ve düşüncelerle topyekun kültürü de içersine almaktadır. Yani zaman içersinde kültürde ve düşüncede de değişiklikler olmaktadır.
Bu nedenle bundan 70-80 yıl önceki fikir ve düşünceler o zaman için en doğru düşünceler olabilir, fakat günümüzde bunların uygulama alanı ortadan kalkmıştır. Hele empoze edilmeye
Çalışılan fikir ve düşüncelerin veya ilkelerin tek partili, dönemde ortaya çıkmış olmaları, onları ister istemez o dönemin koşullarını ve karakterini özünde taşıdığı gerçeğini göz önünde bulundurmayı gerektirir.
Ayrıca tarihimizin ne kadar önemli de olsa belirli bir dönemini ondan önceki dönemlerden tecrit edip en iyi ve en mükemmel dönem ve bu dönemdeki fikirleri de en doğru fikirler olarak ön plana çıkarıp, ülke insanlarına benimsetmeye çalışmak, her şeyden önce tarihi gerçeklere ters düşeceği gibi, tarihimizi anlamak konusunda yeni nesillerin dimağlarında da karışıklığa yol açacağı kesindir. Çünkü tarih öğretimindeki temel amaç geçmişin değil, bugünün anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Toplumumuzun XVII. yüzyıldan itibaren akılcı düşünceyi ve gerçekçi davranmayı yavaş yavaş kaybettiği görülmektedir. Bunun nedenleri üzerinde durabilir miyiz?
Sayın Halhalli: Bunun nedeninin cehalet olduğunu söyleyebilirim. Bilimin terk edilmesi dinin naslarının anlaşılmasını ve çağa uygun tarzda yorumlanmasını da olanaksız bir duruma getirdiği açıktır. Cehalet toplumdaki bağnazlığı arttırmış ve dinin dışındaki birtakım gelenekler de süreç içinde dinileşmiştir. Böylece neye neden inandığını bilmeyen, atalarını biçimsel olarak taklit eden bir Müslüman tipi ortaya çıkmıştır. Hikmet ve irfanın yokluğu gün geçtikçe derinleşmiş, araştırma ve inceleme yapmayan ulema bilgi üretemez duruma gelmiştir.
Maalesef dini alandaki cahilleşme Cumhuriyet döneminde daha da artmış ve 1950’lere kadar ki dönemde din eğitiminin tamamen ikinci plana atılması toplumda dini bakımdan büyük bir boşluk doğurmuştur. Oysa bu dönemde müspet bilimler olarak fizik, matematik, kimya, ve biyoloji gibi bilim alanlarında çağdaş metot ve bilgiler benimsenmişken din eğitimi alanında büyük bir bilinçsizlik olmuştur. Bu durum dini konulardaki mevcut cehaletin artmasına ve bağnazlığın alanının genişlemesine yol açmıştır. Bundan yararlananlar ise, cumhuriyetin resmen yasakladığı cemaat ve tarikatlar olmuştur. Aslında bu kurumlar da cahilleşme içersinde bulunduklarıdır. Hukuk dışı kalarak yer altına inmeleri cahilleşmenin boyutunu daha da arttırmaktan öteye bir işe yaramamıştır. Büyük ölçüde şekle yalnız kalan tarikat adab ve erkanı geleneksel bir biçimde nesilden nesile aktarıldı. Bazıları, tarikatların günümüzde fonksiyonunun artmış olmasını çok partili demokratik yaşama geçtikten sonra bunlara gösterilen toleransa bağlamaktadırlar. Bu konuda bütün sosyologlar şunu kabul etmektedirler ki, herhangi bir toplumda tarikat ve cemaat fonksiyonunu yerine getiren kurumların olmaması da düşünülemez. Çünkü bunlar dini kökenlerinin yanı sıra toplumun sosyalleşmesinin zorunlu kıldığı oluşumlardır. Bu itibarla cumhuriyetin tarikat ve cemaatleri yasaklaması ve yok farz etmesi bir anlam ifade etmemektedir.
Sonuç olarak din eğitimi veren İmam-Hatip ve İlahiyat fakülteleri gibi kurumların bir takım hukuki nedenlerle sınırlandırılması Türk ulusunun din duygusunu zayıflatmayacağı gibi, tarikat ve cemaatlerin fonksiyonlarını yitirmesi sonucunu da doğurmayacaktır. Bilakis bunların fonksiyonları daha da artacak ve toplumda bağnazlığın genişlemesine yol açacaktır. Dini eğitimin sağlıklı bir biçimde yapılması cehaleti ve bağnazlığı önlemek yönünde yapılacak en doğru iştir. Cebri önlemlerle, demokrasi ve hukuk dışı davranışlarla toplum sadece korku altına alınmış olmakla kalınmaz, bağnazlığın kökleşerek bir kin ve öfke halinde nesilden nesile aktarılmasına yol açar. Bu öfke ve kin, devletin ve siyasi iktidarların yanlış tutumları ile gittikçe güçlenmesi toplum katında daha da güçlenmesi olasılığı vardır. Böylece olası bazı sosyal patlamaların önüne geçilemeyecektir.
Oysa Türk ulusu İslamiyet’i kendisine göre en güzel ve en hoşgörülü bir biçimde yorumlamış ve Yahya Kemal’in anlatımıyla bir Türk Müslümanlığı oluşmuştur. Devlete ve aydınlara düşen en önemli görev, bu Türk Müslümanlığının özelliklerini araştırmak, onun temel ilkelerini toplumda yeniden egemen kılmaya çalışmak olmalıdır. Aksi halde bugün örneği çok görüldüğü üzere Türk ulusu tarihine ve kültürüne yakışmayacak bir şekilde, Arabistan’ın, Suriye’nin, Mısır’ın, İran’ın ve Afganistan’ın Müslümanlığına özenecektir.
Günümüzde hayali olan fakat dillerden düşmeyen irtica, işte o zaman, gerçek bir tehdit durumuna gelecektir. Sosyal huzuru sağlamanın ve irticayı önlemenin yolu, halkın dini bilgi edinmesini ve din eğitimi almasını engellemek olmamalı. Bilakis böyle bir davranış cehalet ve bağnazlığın toplumda yer etmesine neden olacaktır.
Sayın Halhalli: Sonuç olarak diyebiliriz ki yaklaşık 94 yılda Türkiye, sosyal, ekonomik ve kültürel birçok sorunlarla ve kronik bir duruma gelmiş siyasi istikrarsızlıkla karşı karşıyadır. Ancak ülkemiz bunları aşacak potansiyel ve güce de sahiptir. Asıl sorun zihniyet üzerinde odaklanmaktadır. Ceberut, her şeyi ben bilirim edasında ve her türlü sosyal gelişmeyi şüpheyle bakan bir devlet anlayışıyla bir yere varılamaz. Toplumun gelişmesinin önündeki en büyük engel sanırım budur. Bu anlayışın yıkılıp demokrasiye gerçekten inanan kadroların devlette egemen olmasıyla sorunlar çözüme kavuşturulabilir.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Cumhuriyet ve Demokrasi(5)
Araştırmacı Gazeteci Yazar Ömer Kaysı, Cumhuriyet ve Demokrasi yazı dizisinin beşinci ve son kısmında önemli açıklamalarda bulundu.
Röportaj: Mehmet Halhalli
Şanlıurfa Olay Gazetesi Gündemde tartışılmaya devam edilen Cumhuriyet ve Demokrasi tartışmalarını beşinci ve son kısmını bu hafta sizlerle paylaşıyoruz. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze yaşanan sıkıntılar ve buna bağlı olarak meydana gelen hareketlenmeleri değerlendiren Araştırmacı Gazeteci Yazar Ömer Kaysı, önemli açıklamalarda bulundu.
Geçen günkü söyleşimizde Cumhuriyetimizin kuruluşunun, tarih alanı olan bir konu olduğunu ve o dönemde yaşanan olaylar neden ve sonuç ilişkileri nokta-i nazarından incelenir ve yeni nesillere öğretilir. Bu dönemde egemen durumda bulunan siyasi, iktisadi ve sosyal düşünceler gözden geçirilip halka anlatılabilir. Ancak bu düşüncelerin her zaman için doğru düşünceler olduğu propagandası yapılamaz ve empoze edilemez. Çünkü geçmişteki düşünceler kendi dönemlerindeki koşullara kaimdir. Tarih sürekli bir değişme içindedir. Bu değişmenin çapı siyasi, sosyal ve ekonomik fikir ve düşüncelerle topyekun kültürü de içersine almaktadır. Yani zaman içersinde kültürde ve düşüncede de değişiklikler olmaktadır.
Bu nedenle bundan 70-80 yıl önceki fikir ve düşünceler o zaman için en doğru düşünceler olabilir, fakat günümüzde bunların uygulama alanı ortadan kalkmıştır. Hele empoze edilmeye
Çalışılan fikir ve düşüncelerin veya ilkelerin tek partili, dönemde ortaya çıkmış olmaları, onları ister istemez o dönemin koşullarını ve karakterini özünde taşıdığı gerçeğini göz önünde bulundurmayı gerektirir.
Ayrıca tarihimizin ne kadar önemli de olsa belirli bir dönemini ondan önceki dönemlerden tecrit edip en iyi ve en mükemmel dönem ve bu dönemdeki fikirleri de en doğru fikirler olarak ön plana çıkarıp, ülke insanlarına benimsetmeye çalışmak, her şeyden önce tarihi gerçeklere ters düşeceği gibi, tarihimizi anlamak konusunda yeni nesillerin dimağlarında da karışıklığa yol açacağı kesindir. Çünkü tarih öğretimindeki temel amaç geçmişin değil, bugünün anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Toplumumuzun XVII. yüzyıldan itibaren akılcı düşünceyi ve gerçekçi davranmayı yavaş yavaş kaybettiği görülmektedir. Bunun nedenleri üzerinde durabilir miyiz?
Sayın Halhalli: Bunun nedeninin cehalet olduğunu söyleyebilirim. Bilimin terk edilmesi dinin naslarının anlaşılmasını ve çağa uygun tarzda yorumlanmasını da olanaksız bir duruma getirdiği açıktır. Cehalet toplumdaki bağnazlığı arttırmış ve dinin dışındaki birtakım gelenekler de süreç içinde dinileşmiştir. Böylece neye neden inandığını bilmeyen, atalarını biçimsel olarak taklit eden bir Müslüman tipi ortaya çıkmıştır. Hikmet ve irfanın yokluğu gün geçtikçe derinleşmiş, araştırma ve inceleme yapmayan ulema bilgi üretemez duruma gelmiştir.
Maalesef dini alandaki cahilleşme Cumhuriyet döneminde daha da artmış ve 1950’lere kadar ki dönemde din eğitiminin tamamen ikinci plana atılması toplumda dini bakımdan büyük bir boşluk doğurmuştur. Oysa bu dönemde müspet bilimler olarak fizik, matematik, kimya, ve biyoloji gibi bilim alanlarında çağdaş metot ve bilgiler benimsenmişken din eğitimi alanında büyük bir bilinçsizlik olmuştur. Bu durum dini konulardaki mevcut cehaletin artmasına ve bağnazlığın alanının genişlemesine yol açmıştır. Bundan yararlananlar ise, cumhuriyetin resmen yasakladığı cemaat ve tarikatlar olmuştur. Aslında bu kurumlar da cahilleşme içersinde bulunduklarıdır. Hukuk dışı kalarak yer altına inmeleri cahilleşmenin boyutunu daha da arttırmaktan öteye bir işe yaramamıştır. Büyük ölçüde şekle yalnız kalan tarikat adab ve erkanı geleneksel bir biçimde nesilden nesile aktarıldı. Bazıları, tarikatların günümüzde fonksiyonunun artmış olmasını çok partili demokratik yaşama geçtikten sonra bunlara gösterilen toleransa bağlamaktadırlar. Bu konuda bütün sosyologlar şunu kabul etmektedirler ki, herhangi bir toplumda tarikat ve cemaat fonksiyonunu yerine getiren kurumların olmaması da düşünülemez. Çünkü bunlar dini kökenlerinin yanı sıra toplumun sosyalleşmesinin zorunlu kıldığı oluşumlardır. Bu itibarla cumhuriyetin tarikat ve cemaatleri yasaklaması ve yok farz etmesi bir anlam ifade etmemektedir.
Sonuç olarak din eğitimi veren İmam-Hatip ve İlahiyat fakülteleri gibi kurumların bir takım hukuki nedenlerle sınırlandırılması Türk ulusunun din duygusunu zayıflatmayacağı gibi, tarikat ve cemaatlerin fonksiyonlarını yitirmesi sonucunu da doğurmayacaktır. Bilakis bunların fonksiyonları daha da artacak ve toplumda bağnazlığın genişlemesine yol açacaktır. Dini eğitimin sağlıklı bir biçimde yapılması cehaleti ve bağnazlığı önlemek yönünde yapılacak en doğru iştir. Cebri önlemlerle, demokrasi ve hukuk dışı davranışlarla toplum sadece korku altına alınmış olmakla kalınmaz, bağnazlığın kökleşerek bir kin ve öfke halinde nesilden nesile aktarılmasına yol açar. Bu öfke ve kin, devletin ve siyasi iktidarların yanlış tutumları ile gittikçe güçlenmesi toplum katında daha da güçlenmesi olasılığı vardır. Böylece olası bazı sosyal patlamaların önüne geçilemeyecektir.
Oysa Türk ulusu İslamiyet’i kendisine göre en güzel ve en hoşgörülü bir biçimde yorumlamış ve Yahya Kemal’in anlatımıyla bir Türk Müslümanlığı oluşmuştur. Devlete ve aydınlara düşen en önemli görev, bu Türk Müslümanlığının özelliklerini araştırmak, onun temel ilkelerini toplumda yeniden egemen kılmaya çalışmak olmalıdır. Aksi halde bugün örneği çok görüldüğü üzere Türk ulusu tarihine ve kültürüne yakışmayacak bir şekilde, Arabistan’ın, Suriye’nin, Mısır’ın, İran’ın ve Afganistan’ın Müslümanlığına özenecektir.
Günümüzde hayali olan fakat dillerden düşmeyen irtica, işte o zaman, gerçek bir tehdit durumuna gelecektir. Sosyal huzuru sağlamanın ve irticayı önlemenin yolu, halkın dini bilgi edinmesini ve din eğitimi almasını engellemek olmamalı. Bilakis böyle bir davranış cehalet ve bağnazlığın toplumda yer etmesine neden olacaktır.
Sayın Halhalli: Sonuç olarak diyebiliriz ki yaklaşık 94 yılda Türkiye, sosyal, ekonomik ve kültürel birçok sorunlarla ve kronik bir duruma gelmiş siyasi istikrarsızlıkla karşı karşıyadır. Ancak ülkemiz bunları aşacak potansiyel ve güce de sahiptir. Asıl sorun zihniyet üzerinde odaklanmaktadır. Ceberut, her şeyi ben bilirim edasında ve her türlü sosyal gelişmeyi şüpheyle bakan bir devlet anlayışıyla bir yere varılamaz. Toplumun gelişmesinin önündeki en büyük engel sanırım budur. Bu anlayışın yıkılıp demokrasiye gerçekten inanan kadroların devlette egemen olmasıyla sorunlar çözüme kavuşturulabilir.
En Çok Okunan Haberler