Gazeteci, Yazar ve Tarihçi Ömer Kaysı ile sizler için her hafta gerçekleştirdiğimiz söyleşimizin bu haftaki konusu olarak Anadolu’da süregelen bölücülük faaliyetleri ve PKK sorununu seçtik. Tecrübeli yazar Kaysı, bölücülük faaliyetlerinin Sözde Ermeni sorunundan bugüne kadar süregelen etkilerini değerlendirerek, günümüzde PKK faaliyetlerini anlattı.
Haber Giriş Tarihi: 18.11.2016 07:08
Haber Güncellenme Tarihi: 01.01.1970 02:00
Kaynak:
Haber Merkezi
https://www.sanliurfaolay.com/
Röportaj: Mehmet Halhalli
Bugün ülkemizde bölücülük faaliyetleri denince akıllara hep siyasi Kürtçülük gelmektedir. PKK hareketi ile bu faaliyetleri askeri bir faaliyet olarak nitelendirilmektedir. Bu konuda görüşlerinizi alabilir miyim?
Burada sözünü ettiğiniz bölücülük kavramı, ülke topraklarının bir bölümünü devletten ayırmak için yapılan kültürel, siyasi ve askeri çalışmalar olarak tanımlanabilir. Ancak bölücülük faaliyetleri öncellikle kültürel alanda başlar. Siyasi ve askeri alanda faaliyetlere girişilmesi bölücülüğün ileri bir aşamaya geldiğini gösterir.
Yalnız burada önce Kürtçülük çalışmalarının ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda kısa bir giriş yapmak konun daha iyi anlaşılması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bilindiği gibi Kütlerle ilgili kesin bir tarihi bilgiler VII. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bu yüzyılın ikinci yarısından sonra Güneydoğuyu ele geçiren Müslüman Arap orduları, genellikle dağlarda yaşayan ve daha henüz Hıristiyan olmadıkları anlaşılan Kürt toplulukları ile karşılaşmışlardır. Ondan önceki döneme ait bilgiler oldukça kaçınılmazdır. Etnik kökenleri konusunda günümüze kadar yapılan araştırmalardan da somut bir sonuç elde edildiğini söyleyemiyoruz. Yalnız bazı filolojik verilerden hareketle Kürtlerin orijinleri konusunda bir takım görüşler ileri sürülmekle birlikte bunları kesin olarak belgelendirmek mümkün olamamıştır. Biz burada uzun uzun bu konu üzerinde durmak ayrı bir söyleşi gerektirir düşüncesindeyim.
Türklerle Kürtlerin karşılaşmaları hangi yüzyılda gerçekleşmiş olduğu ve karşılaştıklarında İslamiyet’i kabul etmiş ya da bu konuda nasıl bir yol izlemişlerdir.
XI. Yüzyıla Selçuklular Anadolu’ya girdikleri zaman Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, özellikle dağlık alanlarda Kürtlerle karşılaştıkları ve bölgedeki Kürtlerin büyük bir bölümü çoktan Müslüman olmuş bulunuyorlardı fakat Bizans İmparatorluğu’nun teb’ası idiler.
Bölge XI. yüzyıldan itibaren aralıksız bir şekilde Artuklu’lar, Selçuklular, Kara koyunlular ve Ak koyunlular gibi Türk beylik ve devletlerinin egemenliğinde idi. Özellikle Kara-koyunlular ve Ak-koyunlular döneminde oluşan Boz-ulus ve Kara-ulus adı verilen Türkmen oymaklarından oluşan konfederasyonların içerisinde Kürt aşiret topluluklarının da olduğudur. Bu organizasyonlara Kürt aşiret topluluklarının yanı sıra çok sayıda Türkmen topluluklarının da bulunduğudur. Boz-ulus ve Kara-ulus konfederasyonu içinde bulunan Türkmenler Osmanlı döneminde de varlıklarını sürdürdükleridir. Osmanlı merkezi hükümeti bölgenin fethinden sonra bu iki Türkmen topluluğu için ayrıca kanunnameler düzenleyerek, Boz-ulus ve Kara-ulus topluluklarının nerelerde yaylayıp nerelerde kışlayacakları ile yaylak ve kışlaklar arasındaki göçlerinin hangi güzergahlardan geçeceği ve ne şekilde vergilendirecekleri konusu tek tek saptanıyordu. Bu kanunnameler XVI. yüzyıla ait Tahrir defterlerinin başlarında yer almaktadır.
Yüzlerce yıl bir arada yaşamaları nedeniyle Boz-ulus ve kara-ulus içerisinde yer alan bazı Türkmenler süreç içinde Türkçe konuşmaya, Kürt aşiretlerinde bazıları da Türkçe konuşmaya başladılar. Bu nedenle, bugün, bu konfederasyonlar içerisinde yer alan aşiretlerin etnik kökeni konusunda kesin sonuçlara ulaşmak olanaksız bir duruma gelmiştir.
XVI. yüzyıl başlarında, Çaldıran seferinden sonra Safeviler, Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde direnmeye çalıştılarsa da Şii olduklarından dolayı Safevileri sevmeyen Kürtler, mezhep birliğinin de etkisiyle Osmanlı egemenliğini benimsediler ve Safevilere karşı Osmanlı ordularının yanında savaştılar.
Osmanlı merkezi yönetimi bölgenin coğrafi ve sosyal yapısını dikkate alarak idari teşkilatın tesbitinde imparatorluğun diğer bölgelerine nazaran farklı bir uygulamaya gitti. Böylece yurtluk-ocaklık ve hükümet adı verilen sancak tipleri ortaya çıktı. Palu, Çemişgezek, Eğil, Tercil ve (Hizo)Hazzo gibi sancaklar yüzyıllardır bölgede egemen olan feodal beylere sancakbeyliği mülkiyet olarak kendilerinde kalmak üzere yöneticilik verildi. Bununla ilgili olarak ellerine temliknameler verildi. Bu hususlarda ünlü Kürt tarihçi ve bilgin İdris-i Bitlisi’nin önemli rolü oldu.
Yurtluk ve ocaklık ve hükümet sancaklarına bu özerkliğin verilmesi bölgedeki ayrımcılığı ortadan kaldırabildi mi?
Yurtluk ve ocaklık ve hükümet sancaklarda sancakbeyliği belli bir sülalenin elinde olmakla beraber askeri, mali ve adli bakımdan merkezi otoritenin denetimi devam ediyordu. Sancakbeyi Osmanlı ordusunun bütün seferlerine katılıyor, her yıl hazineye belli bir miktarı vergi olarak gönderiyordu. Ayrıca merkez tarafından atanan Kadı, adli sorunların hallinde söz sahibi idi.
Halife olmak itibariyle Osmanlı padişahı, bölge halkını kendisine bağladı. Safevi tehdidi devam ettiği bütün XVI. ve XVII. yüzyıllarda halifelik ve Sünnilik siyaseti Kürtlerin devlete bağlanmasında önemli bir etken olduğunu söyleyebiliriz.
XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar bölgede herhangi bir sorun çıkmadı. Bu dönemden itibaren güçlenen batı, oryantalizm çalışmaları çerçevesinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya da el attı. Ayrıca misyoner faaliyetleri ile bölgedeki Hıristiyan ve Müslüman unsurlar birbirlerine düşman edildi. Bölgedeki en kalabalık Hıristiyan topluluğu oluşturan Ermeniler üzerindeki çalışmalar kısa sürede sonuç verdi Bir Ermenistan kurmak için harekete geçen Ermeniler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde isyanlar çıkardılar ve bölücü faaliyetlere giriştiler.
Bu gelişme karşısında Sultan II. Abdülhamit, klasik dönemdeki Osmanlı siyasetini yeniden uygulamaya koydu. Halife unvanını ön plana çıkararak Sünni-Müslüman olan Kürt aşiretlerinden Hamidiye Alayları denilen milis kuvvetleri oluşturdu. Bununla bir Ermenistan kurulmasının önüne geçmek amacında idi. Çünkü klasik dönemde Şii olan Safeviler’den gelen tehdit bu defa Hıristiyan Ermenilerden geliyordu.
Bölgenin sakini ve yüzyıllardan beri Türk yönetiminde yaşayan ve millet-i sadıka olarak nitelendirilen Ermeniler, ülke bütünlüğü için büyük tehlike olarak ortaya çıkmışlardı. Çünkü arkalarında düvel-i muazzama denilen Avrupa devletleri ve Çarlık Rusya vardı. Osmanlı Devleti ise eskisi gibi Avrupa’nın karşısında direnebilecek güçte değildi.
Sultan II. Abdülhamid’in halifelik siyaseti başarılı oldu ve birçok Ermeni isyanı Kürt aşiretlerinden kurulan bu alayların yardımı ile bastırıldı. Birinci dünya savaşı içerisinde Ermenilerin güneye doğru tehcir edilmeleri ile de Doğu Anadolu’da Ermenistan kurulması tehlikesi bir ölçüde ortadan kalktı.
Birinci Dünya savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi’nde II. Abdülhamit’in rolü vardır diyebilir miyiz?
Tabi ki Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasını yalnız bir kişiye yüklemek doğru bir yaklaşım olmaz. Ancak Mondros Mütarekesi ile Türk ulusu tarihe gömülmek istendiyse de, ulus bunu kabul etmedi. Mustafa Kemal paşa ve arkadaşları Türk ulusunun varını yoğunu ortaya koyarak Milli Mücadele’yi başlattı ve bugünkü Türkiye’yi emperyalist ve sömürgeci bir istiladan kurtarmayı başardı.
Araplar, Arnavutlar ve Kürtler Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmaları konusunda tahrik edildiler. Bunun için toplumlar üzerinde tarihi, coğrafi, filoloji ve sosyolojik çalışmalar yaptılar. Etnik temele dayalı milli bir kimlik oluşumu için oldukça hummalı bir faaliyet içerisine girdiler.
İngiltere ve Rusya, Kürtler üzerinde birçok araştırmalar yaptılar. Birçok batılı misyoner ve gezgin Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve Mezopotamya’ya seyahatler düzenlediler.
Burada kabul etmek gerekir ki; Birinci Dünya savaşı içerisinde Arapların Türkleri arkadan vurması, cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki isyanlar hep batılıların bu çalışmalarının ürünüdür.
İşte bu noktada Türkiye’nin tutumunu gözden geçirmek ve sorunlara doğru teşhis koymak zorunluluğunun olduğudur. Dikkati çeken en önemli nokta Türkiye’nin gerek Ermeni sorunu, gerekse günümüzde devam eden bölücülük ve etnik terör konularında sürekli olarak hazırlıksız yakalanmasıdır.
Söyleşimizin ilginç noktasını oluşturacak bölümünü önümüzdeki, hafta devam edebilir miyiz?
Yukarıda belirtiğin gibi önümüzdeki hafta bu anlatımımıza en güzel örnek olarak Ermeni sorunu hakkında bilgi vererek günümüzdeki bölücü hareketlerin daha iyi anlaşılacağı kanısındayım.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Bölücülük Sorunu ve PKK…
Gazeteci, Yazar ve Tarihçi Ömer Kaysı ile sizler için her hafta gerçekleştirdiğimiz söyleşimizin bu haftaki konusu olarak Anadolu’da süregelen bölücülük faaliyetleri ve PKK sorununu seçtik. Tecrübeli yazar Kaysı, bölücülük faaliyetlerinin Sözde Ermeni sorunundan bugüne kadar süregelen etkilerini değerlendirerek, günümüzde PKK faaliyetlerini anlattı.
Röportaj: Mehmet Halhalli
Bugün ülkemizde bölücülük faaliyetleri denince akıllara hep siyasi Kürtçülük gelmektedir. PKK hareketi ile bu faaliyetleri askeri bir faaliyet olarak nitelendirilmektedir. Bu konuda görüşlerinizi alabilir miyim?
Burada sözünü ettiğiniz bölücülük kavramı, ülke topraklarının bir bölümünü devletten ayırmak için yapılan kültürel, siyasi ve askeri çalışmalar olarak tanımlanabilir. Ancak bölücülük faaliyetleri öncellikle kültürel alanda başlar. Siyasi ve askeri alanda faaliyetlere girişilmesi bölücülüğün ileri bir aşamaya geldiğini gösterir.
Yalnız burada önce Kürtçülük çalışmalarının ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda kısa bir giriş yapmak konun daha iyi anlaşılması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bilindiği gibi Kütlerle ilgili kesin bir tarihi bilgiler VII. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bu yüzyılın ikinci yarısından sonra Güneydoğuyu ele geçiren Müslüman Arap orduları, genellikle dağlarda yaşayan ve daha henüz Hıristiyan olmadıkları anlaşılan Kürt toplulukları ile karşılaşmışlardır. Ondan önceki döneme ait bilgiler oldukça kaçınılmazdır. Etnik kökenleri konusunda günümüze kadar yapılan araştırmalardan da somut bir sonuç elde edildiğini söyleyemiyoruz. Yalnız bazı filolojik verilerden hareketle Kürtlerin orijinleri konusunda bir takım görüşler ileri sürülmekle birlikte bunları kesin olarak belgelendirmek mümkün olamamıştır. Biz burada uzun uzun bu konu üzerinde durmak ayrı bir söyleşi gerektirir düşüncesindeyim.
Türklerle Kürtlerin karşılaşmaları hangi yüzyılda gerçekleşmiş olduğu ve karşılaştıklarında İslamiyet’i kabul etmiş ya da bu konuda nasıl bir yol izlemişlerdir.
XI. Yüzyıla Selçuklular Anadolu’ya girdikleri zaman Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, özellikle dağlık alanlarda Kürtlerle karşılaştıkları ve bölgedeki Kürtlerin büyük bir bölümü çoktan Müslüman olmuş bulunuyorlardı fakat Bizans İmparatorluğu’nun teb’ası idiler.
Bölge XI. yüzyıldan itibaren aralıksız bir şekilde Artuklu’lar, Selçuklular, Kara koyunlular ve Ak koyunlular gibi Türk beylik ve devletlerinin egemenliğinde idi. Özellikle Kara-koyunlular ve Ak-koyunlular döneminde oluşan Boz-ulus ve Kara-ulus adı verilen Türkmen oymaklarından oluşan konfederasyonların içerisinde Kürt aşiret topluluklarının da olduğudur. Bu organizasyonlara Kürt aşiret topluluklarının yanı sıra çok sayıda Türkmen topluluklarının da bulunduğudur. Boz-ulus ve Kara-ulus konfederasyonu içinde bulunan Türkmenler Osmanlı döneminde de varlıklarını sürdürdükleridir. Osmanlı merkezi hükümeti bölgenin fethinden sonra bu iki Türkmen topluluğu için ayrıca kanunnameler düzenleyerek, Boz-ulus ve Kara-ulus topluluklarının nerelerde yaylayıp nerelerde kışlayacakları ile yaylak ve kışlaklar arasındaki göçlerinin hangi güzergahlardan geçeceği ve ne şekilde vergilendirecekleri konusu tek tek saptanıyordu. Bu kanunnameler XVI. yüzyıla ait Tahrir defterlerinin başlarında yer almaktadır.
Yüzlerce yıl bir arada yaşamaları nedeniyle Boz-ulus ve kara-ulus içerisinde yer alan bazı Türkmenler süreç içinde Türkçe konuşmaya, Kürt aşiretlerinde bazıları da Türkçe konuşmaya başladılar. Bu nedenle, bugün, bu konfederasyonlar içerisinde yer alan aşiretlerin etnik kökeni konusunda kesin sonuçlara ulaşmak olanaksız bir duruma gelmiştir.
XVI. yüzyıl başlarında, Çaldıran seferinden sonra Safeviler, Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde direnmeye çalıştılarsa da Şii olduklarından dolayı Safevileri sevmeyen Kürtler, mezhep birliğinin de etkisiyle Osmanlı egemenliğini benimsediler ve Safevilere karşı Osmanlı ordularının yanında savaştılar.
Osmanlı merkezi yönetimi bölgenin coğrafi ve sosyal yapısını dikkate alarak idari teşkilatın tesbitinde imparatorluğun diğer bölgelerine nazaran farklı bir uygulamaya gitti. Böylece yurtluk-ocaklık ve hükümet adı verilen sancak tipleri ortaya çıktı. Palu, Çemişgezek, Eğil, Tercil ve (Hizo)Hazzo gibi sancaklar yüzyıllardır bölgede egemen olan feodal beylere sancakbeyliği mülkiyet olarak kendilerinde kalmak üzere yöneticilik verildi. Bununla ilgili olarak ellerine temliknameler verildi. Bu hususlarda ünlü Kürt tarihçi ve bilgin İdris-i Bitlisi’nin önemli rolü oldu.
Yurtluk ve ocaklık ve hükümet sancaklarına bu özerkliğin verilmesi bölgedeki ayrımcılığı ortadan kaldırabildi mi?
Yurtluk ve ocaklık ve hükümet sancaklarda sancakbeyliği belli bir sülalenin elinde olmakla beraber askeri, mali ve adli bakımdan merkezi otoritenin denetimi devam ediyordu. Sancakbeyi Osmanlı ordusunun bütün seferlerine katılıyor, her yıl hazineye belli bir miktarı vergi olarak gönderiyordu. Ayrıca merkez tarafından atanan Kadı, adli sorunların hallinde söz sahibi idi.
Halife olmak itibariyle Osmanlı padişahı, bölge halkını kendisine bağladı. Safevi tehdidi devam ettiği bütün XVI. ve XVII. yüzyıllarda halifelik ve Sünnilik siyaseti Kürtlerin devlete bağlanmasında önemli bir etken olduğunu söyleyebiliriz.
XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar bölgede herhangi bir sorun çıkmadı. Bu dönemden itibaren güçlenen batı, oryantalizm çalışmaları çerçevesinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya da el attı. Ayrıca misyoner faaliyetleri ile bölgedeki Hıristiyan ve Müslüman unsurlar birbirlerine düşman edildi. Bölgedeki en kalabalık Hıristiyan topluluğu oluşturan Ermeniler üzerindeki çalışmalar kısa sürede sonuç verdi Bir Ermenistan kurmak için harekete geçen Ermeniler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde isyanlar çıkardılar ve bölücü faaliyetlere giriştiler.
Bu gelişme karşısında Sultan II. Abdülhamit, klasik dönemdeki Osmanlı siyasetini yeniden uygulamaya koydu. Halife unvanını ön plana çıkararak Sünni-Müslüman olan Kürt aşiretlerinden Hamidiye Alayları denilen milis kuvvetleri oluşturdu. Bununla bir Ermenistan kurulmasının önüne geçmek amacında idi. Çünkü klasik dönemde Şii olan Safeviler’den gelen tehdit bu defa Hıristiyan Ermenilerden geliyordu.
Bölgenin sakini ve yüzyıllardan beri Türk yönetiminde yaşayan ve millet-i sadıka olarak nitelendirilen Ermeniler, ülke bütünlüğü için büyük tehlike olarak ortaya çıkmışlardı. Çünkü arkalarında düvel-i muazzama denilen Avrupa devletleri ve Çarlık Rusya vardı. Osmanlı Devleti ise eskisi gibi Avrupa’nın karşısında direnebilecek güçte değildi.
Sultan II. Abdülhamid’in halifelik siyaseti başarılı oldu ve birçok Ermeni isyanı Kürt aşiretlerinden kurulan bu alayların yardımı ile bastırıldı. Birinci dünya savaşı içerisinde Ermenilerin güneye doğru tehcir edilmeleri ile de Doğu Anadolu’da Ermenistan kurulması tehlikesi bir ölçüde ortadan kalktı.
Birinci Dünya savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi’nde II. Abdülhamit’in rolü vardır diyebilir miyiz?
Tabi ki Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasını yalnız bir kişiye yüklemek doğru bir yaklaşım olmaz. Ancak Mondros Mütarekesi ile Türk ulusu tarihe gömülmek istendiyse de, ulus bunu kabul etmedi. Mustafa Kemal paşa ve arkadaşları Türk ulusunun varını yoğunu ortaya koyarak Milli Mücadele’yi başlattı ve bugünkü Türkiye’yi emperyalist ve sömürgeci bir istiladan kurtarmayı başardı.
Araplar, Arnavutlar ve Kürtler Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmaları konusunda tahrik edildiler. Bunun için toplumlar üzerinde tarihi, coğrafi, filoloji ve sosyolojik çalışmalar yaptılar. Etnik temele dayalı milli bir kimlik oluşumu için oldukça hummalı bir faaliyet içerisine girdiler.
İngiltere ve Rusya, Kürtler üzerinde birçok araştırmalar yaptılar. Birçok batılı misyoner ve gezgin Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve Mezopotamya’ya seyahatler düzenlediler.
Burada kabul etmek gerekir ki; Birinci Dünya savaşı içerisinde Arapların Türkleri arkadan vurması, cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki isyanlar hep batılıların bu çalışmalarının ürünüdür.
İşte bu noktada Türkiye’nin tutumunu gözden geçirmek ve sorunlara doğru teşhis koymak zorunluluğunun olduğudur. Dikkati çeken en önemli nokta Türkiye’nin gerek Ermeni sorunu, gerekse günümüzde devam eden bölücülük ve etnik terör konularında sürekli olarak hazırlıksız yakalanmasıdır.
Söyleşimizin ilginç noktasını oluşturacak bölümünü önümüzdeki, hafta devam edebilir miyiz?
Yukarıda belirtiğin gibi önümüzdeki hafta bu anlatımımıza en güzel örnek olarak Ermeni sorunu hakkında bilgi vererek günümüzdeki bölücü hareketlerin daha iyi anlaşılacağı kanısındayım.
En Çok Okunan Haberler